Fecr Yayınları, III. Kur'an Sempozyumu, 19 Ocak,
1997., Ankara
TARİHSELCİLİKTEKİ HUZUR
İRADESİ*
YASİN
AKTAY
Öncelikle böyle bir
başlık atmakla tarihselci yaklaşımın içine
girdiği bir paradoksa işaret etmiş olduğumuzu belirtmem
gerekiyor. Bu paradoks 'tarihselcilik' ile 'huzur iradesi' nin bir araya
getirilmesinden, bir arada düşünülmesinden kaynaklanıyor. Ancak bu
paradoksu algılayabilmek için temel varsayımımız şu
olmalı: tarihselcilik bir 'huzur iradesi' ne teslim olmamalıdır.
Çünkü bizatihi kendisi, kendi varoluş zeminini, kendi telaffuz
vasatını, 'huzur' a karşıt olan, huzur
iddialarını dışlayıcı söylemine borçludur: Burada
tabiatıyla iki bilinmeyenli bir denklemle karşı karşıyayız:
Nedir tarihselcilik? Nedir 'huzur'?
Öncelikle
şunu kaydedelim ki, buradaki 'huzur' sözcüğünün, dilimizdeki temel
anlamlarıyla, yani psikolojik bir probleme veya bir âsâyiş problemine
işaret eden anlamlarıyla sadece dolaylı bir ilişkisi
vardır. Sözkonusu ettiğimiz şey metnin veya anlamın
huzuru olduğu için, bir yanıyla metnin ve metnin anlamının
psikolojik huzur arayışı veya metnin iç âsâyişiyle ilgili
çağrışımlar zorunlu olarak dışlanmayabilir. Zira
sözkonusu edilen şey, metnin Derridacı çağrışımlarıyla
(Derrida, 1978) "burada" ve "şimdi" zaptedilmesidir.[1] Eğer bir metnin veya bir ifadenin anlamı
"burada" ve "şimdi" zaptedilebiliyorsa, orada
anlamın huzurundan sözediyoruz demektir. Dolayısıyla burada,
anlamın hem mekansal hem de zamansal açıdan bir zabt-u rabt
altına alınması sözkonusudur (Göka, Topçuoğlu, Aktay,
1996).
Peki, anlamın
zabt-u rabt altına alınması ne demektir veya anlam zabt-u rabt
altına alınınca ne olur? Bunun ne sakıncası
vardır?
Bunun
anlamı ve aynı zamanda sakıncası şu: böyle bir
işlem, bizim anlam dünyasıyla olan ilişkimizi teknolojinin
dünyasına özgü saydığımız; şu insan
tabiatına çokça aykırı bulduğumuz; özünde doğanın
sömürüsü, insanın sömürüsü ve burdan yola çıkarak tanrının
sömürüsünün yattığını düşündüğümüz teknolojinin
de doğmasını sağlamış olan bir usûle
(epistemolojiye) bağlamış oluyor. Benim buna itirazım
sadece Kur'an'ın daha doğru bir anlaşılması
bağlamında değildir. Bu felsefenin kendisi, en kaba
Aydınlanmacı pozitivist insan tasarımına dayanmaktadır
ve bu insan tasarımının modern dünyaya hakim olmuş tüm
îmâları Müslümanların Kur'an'la, tarihleriyle ve
fıkıhlarıyla olan ilişkilerine oldukça eklektik bir tarzda
eklemleniyor. Oysa yapılması gereken, herşeyden önce bizzat
modern dünyanın dayandığı bilginin tabiatı
hakkında daha radikal bir tahlil ve eleştiri yapmak; modern
dünyanın "insan" kavramı hakkında; bu
"insan"ın yeryüzündeki rolü ve serüveni hakkında
esaslı bir yorumda bulunmaktır.
Aslında,
hümanist felsefenin bu boyutu, Hristiyanlığın dünya efendiliği kavramının
seküler dünyaya bir çevirisinden ibarettir; Hristiyanlıkta, nihaî anlamda
Tanrının etrafında dönmesi düşünülen bir dünyanın
merkezine insanın konulması suretiyle kurulmuştur. Bu
şekilde tasarlanmış insanın bu dünyaya ilişkin ilk
müdahelesi bu dünyayı kendi hizmetine almaya çabalaması
olmuştur. Bu dünya, içindeki soyut-somut herşeyiyle insanın
hizmetinde, emrine âmâdedir. Bu dünyanın bütün olup bitenleri, bu insana
artık öte-dünyalardan, Tanrıdan gelen, ve kendisine çeki düzen
vermesini telkin eden; veya kendi konumunu meşrulaştıran,
yönlendiren mesajlar içermekten hızla uzaklaştı. Modernlik
analizcileri bu sürece "dünyanın büyüsünün bozulması"
adını veriyorlar. Büyüsü bozulmuş dünyada insan öyle bir noktada
resmedildi ki; bilmek isteyip de ulaşamayacağı bir bilgi yoktur.
Kendi duyguları, kendi tarihi, kendi ruhsal devinimleri de dahil olmak
üzere kâinâtın kurulu olduğu düzenin her ayrıntısına
istediği anda girip çıkabilir; bu bilgi esasında istediği
tanzimleri yapabilir, kâinâtın kurulu olduğu düzende istediği
müdahaleleri yaparak kendi tasarımına uydurabilir. Onu bu işten
alıkoyacak ne bir kutsal; ne bir büyü ne de bir aşkın/müteal
değer kalmıştır.
Bu,
aynı zamanda bir şeyleri anlamaya çalışırken; bir
dünyayı kendinden menkul değerlere istinad ettirmeye
çalışırken insanın ne kadar yalnız kalmış
olduğunun bir resmidir de. "Tanrı olmasaydı herşey
mübah olurdu diyen" Dostoyevski'ye, Nietzsche'nin,
"Tanrı'nın daha öleceği mi kaldı?" yönlü tepkisi,
aslında tanrının ateist anlamda bir inkarını değil; insanın bu dünyada kendi
seçmeleriyle nihilizmin anaforuna yeterince sürüklenmiş olduğunu îmâ
ediyordu. Evet, Tanrı ölmüştür ve artık insanı tutabilecek
hiç bir şey kalmamıştır. Tanrı ölmüştür ama kendinde değil; antropolojik
olarak, yani insanın kendi kurduğu dünya düzeni içinde kendisine bir yer bırakılmamış olması
anlamında; yani rabb olarak
değil ilah olarak. (Burada
İslâmî anlamda tanrının rabbliğinin
'kendiliğindenliğine' bir atıfta bulunmak istiyorum. Oysa
tanrının uluhiyeti nin en azından bir boyutu gramatik olarak
insanın eylemini gerektirir. Çünkü kelimenin (ilah) tüm karşılıkları pasif eylemlerle
konulabiliyor= ibadet edilen, yönelinen, ısınılan vs.).
fiimdi, insan tanrıyı öldürünce ve yeryüzünde yapayalnız
kalınca kendine yeni tanrılar icad etme meyline ister istemez
düşecektir. Nietzsche, tam da bu noktada insanın tüm
tanrısızlık iddialarının arkasındaki
tanrıları teşhis etmeye adar kendisini. Tanrının
yerine ikame edilen tanrıları
gösterir. Kuşkusuz bunu tanrıyı yeniden diriltmek için yapmaz,
tam tersine, İlahi dinlerin tanrısını hayatından
kovmuş olan insanların tüm etkinliklerinde tanrının yerine
putlar ikame etmekten geri dumadıklarını ve ne tür putlar ikame
etmiş olduklarını ifşâ etmek için yapar bunu.
İşte, anlamın veya tarihselliğin "huzur" iradesi,
böylesi bir ikame arayışında tecelli ediyor; ve bu,
tabiatıyla bir çelişkidir.
Çelişkidir,
çünkü tarihselci tema, (16. yüzyılda Vico'yla başlayarak; 19.
yüzyılda da iyice şekillendiği üzere) başlangıcı
itibariyle insan bilgisinin kendini temellendirdiği her çeşit
kesinliği veya mutlaklık iddiasını
sorunlaştırarak; tabiri caizse bu bilginin huzurunu bozmak üzere
ortaya çıkmıştır. Bu tema en bilinen şekliyle
doğa bilimi ile insan bilimleri arasındaki meşhur gerilimden
beslenmiştir. Bilindiği gibi, bu ayrımda doğa bilimlerine
hep bir kesinlik atfedilirken beşerî bilimlere bir kesinliksizlik, bir
belirsizlik isnad edilir (Gadamer, 1995).[2] Çünkü doğa ile insan arasındaki o nesnel
mesafenin problemsiz olduğu
varsayılmaktadır. İnsanın tabiat hakkında nesnel bir
bilgi geliştirebileceği ve kendisini doğadan ayırarak
doğa üzerinde istediği işlemlerde bulunabileceği
düşünülmüştür. Oysa, belirsiz denilen beşerî bilimlerde, yani
konusu insan olan, tarih, felsefe, sosyoloji, antropoloji gibi bilimlerde bu
mesafenin o kadar problemsiz kurulamadığının farkına varıldı.
Aslında
ilk dönem sosyal bilimlerin mantığı bir "toplumsal
mühendislik" arayışı içinde, pozitivizmin bu
nesnelciliğinin eşit oranda sosyal bilimlerde de olabileceği
varsayımına dayanıyordu. Pozitivizm bu ihtimal üzerinde çok
durmuş, buna çokça ümit bağlamıştır. Sosyal sahadaki
olayların da tıpkı tabiatın incelendiği,
incelenebileceği ve orada da tıpkı tabiata uygulanan deneylere
benzer deneylerin uygulanabileceği ilkesini yaşatmak istedi. Bu yönde
köklü bir gelenek oluşturdu. Bu geleneğin en önemli iki görüntüsü,
yüzyılımızda adı totalitarizmle özdeşleşmiş
olan komünizm ve faşizm olmuştur. İkisi de toplumsal mühendislik
mantığının en iyi biçimde ugulandığı
örnekleri zihinlere kazımış; o oranda da insanlık için
bütün çağların en kâbus, en insana aykırı deneyimlerini
yaşatmışlardır.
Koca
bir tarihi basit bir iki cümleyle ifade etmek gerekirse, nesnelci-pozitivist
düşüncenin insanı götürdüğü yer totalitarizmdir; çünkü
varoluşu itibariyle sınırlı (fânî) olan insan kendi
görüşünü ebedî gördükçe bütün insanları kendi dar ufkunun içine
sığdırmak gibi bir iradeye tâbî olmaktadır. Herşeyi
burada ve şimdi "hazır" görmek isteyen bir iradedir bu.
Yani huzur iradesi. Yani özünde fânîlik, zannîlik olan beşer
görüşünün mutlaklaşma ve huzur bulma iradesi.
Evet,
sözkonusu huzur iradesinin tarihselci bir argümanla birarada
düşünülmesinin bir paradoks olduğuna değindik. Ama bu paradoks,
tarihselliğin gerçekten de insanın
bilgisinin tarihle mâlül olduğunu görme anlamında; insanın
tarih içinde yaratılmış, tarihsel bir daralmaya sürekli olarak maruz olduğu; dolayısıyla
ebedî iddiaları kendinden yola çıkarak yapamayacağının itirafı anlamında
düşünüldüğü taktirde bir paradokstur. Bu anlamda tarihsellik, insana
kendi sınırlarını çizmekte onun fânî bir varlık
olduğu ve bir şekilde evrilip çevrilmekte olduğunu
hatırlatan iyi bir uyarıdır aslında. Yani, insanın
tarihsel olduğunu görmek, kabul
etmek, insanın temel yönelimlerine yön verecek bir ilkeye kaynaklık
etmeyeceği yönündeki dînî hitabı/uyarıyı
hatırlamayı da sağlar. İnsan tarihseldir,
dolayısıyla bilgisi hiçbir zaman mutlak olamaz. Peki, durum buysa
insanın tarih hakkındaki bilgisi nasıl bir şeydir?
İnsanın geçmişi kavrayışı nasıl mümkün
olmaktadır?
Hakikaten
de dönüp "tarihte neler olmuştur" demek üzere
baktığımızda, geçmişte neler olduğunu anlamadan
önce bize bir şeyler olmaktadır ve bize neler olduğunu
farketmeksizin geçmişteki bir olaya bakmaktayızdır. Bugün de bir
tarihin orta yerinde yaşamaktayız ve tarih felsefesine
âşinâlıkları olanlar şunu iyi bilirler ki, tarih "orada öylece duran" bir
şey değildir; bizim bugün yaşamakta olduğumuz dünyada,
kendimizi tasarlama biçimimizle, dünyayı tasarlama biçimimizle
alakalı, tâlî bir bilgi olarak "oluşur". Tarih, tarih
hakkıdaki bilgimize sonsuzcana bağımlıdır. Bu anlamda bizi bir gölge gibi takip eden bir tarihten
sözedebiliriz ancak. Dolayısıyla dönüp gölgemizin nasıl bir
şey olduğu sorusunu sormadan önce, nerede durmakta olduğumuzu
sormamız daha makul bir iş olur. Çünkü gölge, bizden bağımsızcana orada merak edilecek bir
şey değildir. Ve çünkü "orada,
keşfedilecek" bir geçmiş değil; "icad edilecek" bir şeydir tarih ve icadı da insanın ilgi ve çıkarlarına
göre şekillenir; o yüzden meşhur bir deyimi tekrarlamama müsaade
ediniz: tarih her an yeniden
yazılmaktadır.
O zaman
tarih, ve tarih hakkındaki bilgimiz nasıl kapsayıcı olabilir?
fiu sorunun cevabı ne olur: insanın geçmiş hakkında, "her
halükârda bugünün bir yansıması" olmaya mahkum bilgisinin
ürünü olan tarihte bir bütünlük, bir
birlik, bir yön veya bir nihâî anlam bulunabilir mi? Yani tarihte
insanlığın ileriye doğru bir yön tutturmuş
olduğunu veya tarihin belli bir
ruhun tecessümü olarak tezahür ettiğini veya diyalektik bir sürekliliği yansıtmakta olduğunu
kesin olarak söyleyebiliyor muyuz? Eğer seküler bir çerçevede kalmakta
ısrar ediyorsanız, insanüstü bir değer makamına karşı
bir kayıtsızlığınız varsa, tarihe
atfedeceğiniz her çeşit anlamda, tarihe isnad edeceğiniz her
çeşit bütünlükte, her çeşit yönelimde, tanrının yerine
ikame edilmiş tanrıların, putların, metafiziklerin bir
izini bulabilirsiniz. Ben burada kesinlikle tarihin bir yönü ve anlamı
olmadığını söylemiyorum; ama tarihsel olan insanın bilgisiyle tarihe atfedilmiş hiç bir anlamın geçerli
olmadığını görüyorum. İnsan tarihteki yönü ve
anlamı kendi bilgi imkanlarıyla bulamaz; ancak tarihte bir anlam
inşâ eder. Bunu da tanrısını hayatından
dışlamış insanın içine düştüğü anafordan
kurtulma çabasıyla; "huzur" iradesiyle yapar. Ancak sonuçta
sayısız 'huzur
yanılsamaları'ndan sadece birini daha üretmiş olur.
Seküler
bir çerçevede insanın tarihselliğini kabul ettiğiniz zaman bunun
iki sonucu olmak zorundadır: ya nihâî tahakkukunda herşeyi
hiçleyecek, anlamsızlaştıracak bir nihilizm; veya
öldürülmüş, bastırılmış, insan hayatının
dışına itilmiş tanrıların yerine ikame
edilmiş yeni tanrılar, putlar, metafiziklerin üretimi. Huzur iradesi
derken böylesi bir ikameye
işaret etmiş oluyoruz. Pozitivizmin tarihselci çerçeveleri de bu
metafizikleri üretmekten geri durmamıştır. Tarihin sürekli
doğrusal bir ilerleme içerisinde olduğunu varsayan çok genel bir
pozitivist çerçeve vardır: İlk ve en dayanıklı, en
yaygın tarih tezleri bu varsayımın etkisi altında
gelişti. Bunun önemli tarihsel sonuçları olmuştur:
Tarih diye bir mevzu
ortaya çıkıştır. Evet, zannedildiği gibi tarih,
bugünkü haliyle tamamen ondokuzuncu yüzyılın bir ürünüdür. Ondokuzuncu
yüzyıldan öncesine kadar tarih ibret alınacak olaylar ve hisse
alınacak kıssalardan ibaret bir şeydi. Kuşkusuz bugünkü
şekliyle geçmiş olayların anlatımı zamanı
toplumlar arasında mesafeler oluşturan bir bütünlük olarak görme
yoktu. Bununla birlikte, tarih her toplumun kendi geçmişini tasavvur etme
biçimiyle alakalı bir şeydi.
Burada
çok çarpıcı bir örnek olarak şunu kaydedebiliriz: Hz. Peygamber
Kur'an'da bildiğimiz Peygamberler tarihiyle ilgili hikayeleri anlatmaya
giriştiği zaman Mekkeli müşrikler bu hikayeleri
"geçmişlerin masalları" anlamında
"esâtîru'l-evvelîn" diyerek karşılamışlardı.
Diğer yandan Kur'an'ın zikrettiği bu hikayeler Mekkelilerin
çokça ciddiye aldıkları kendi geçmiş tasavvurlarına mesned
teşkil etmekte olan Hübel'lere, Lât'lara, Uzzâ'lara meydan okuyordu,
onların yerine kendi kahramanlarını ikâme etmeye
girişiyordu. Gün oldu, Müslümanlar galip geldi ve Batılılarla
ilk temaslara, fetihler aracılığıyla girmeye başladılar.
Batılıların, özellikle Eski Yunan'a
dayandırdıkları, kendi geçmişleri olarak çok ciddiye alarak
sahiplendikleri ve "history", "historia" dedikleri hikayeleri
Arapça'daki "Usture", yani
efsane sözcüğüyle karşılayarak "başkalarının
tarihi" ne karşı sergilenen evrensel tepkiyi örneklediler
(Laroui, 1994). Hakikaten başkalarının kendi geçmişleri
hakkındaki tasavvurlar bir topluma her zaman biraz garip, biraz önemsiz,
biraz da saçma gelmektedir. Gün geldi, Avrupalıların zaferiyle
karakterize edilen modern dünyada "gelişmiş",
"azgelişmiş", "gelişmekte olan" ülkeler gibi
kavramlara o kadar çok âşinalaştık ki, kimsenin aklına bu
kavramların hangi tarih anlayışı dolayısıyla
hangi toplumsal hiyerarşiyi ayakta tuttuğunu sormak bile gelmiyor
artık. Sanki çok kendiliğinden, çok doğal ve çok mukadder
durumları bire-bir isimlendiren kelimelermiş gibi herkes
tarafından benimsenmiştir. Dil içinde doğrudan tarih
sözcüğünün kullanılması suretiyle işleyen bir emr-i vâkî
daha var: "tarihselliği zayıf/güçlü toplumlar" diye bir
tabir kullanılır. Veya "tarihsel gecikmişlik",
"tarihin sonu" gibi kavramlar aracılığıyla insan
amansız bir koşunun içine sokulur. Ama bu koşu tahmin
edilebileceği gibi bir yerlere yetişme koşusu değildir. Bir
kere gösterilmiş hedef hiç bir zaman yakalanamayacaktır, çünkü
gözümünüzn önüne bağlanmış, biz koştukça bizimle beraber en
az bizim koştuğumuz kadar o da hareket edecektir. Yine, sosyal
bilimlerde sıkça rastlanan bir tasnife göre bazı toplumlar
"tarihsiz" toplumlardır (Wolf, 1982); bunun anlamı şu:
onlar tarihin Batı'da aktığı mecranın
dışında kalmış oldukları için
başlarından geçen şeyler ne olursa olsun kayda değer
değlidir. Buradan bir genellemeye gidersek, bizim geçmiş
dediğimiz, tarih dediğimiz şey öyle herkesi eşit
şekilde ilgilendiren nesnel bir vak'a değildir. Herkes kendi
geçmişini, kendi varoluş biçimini anlamlı kılan,
anlamlı gösteren bir zaman sürekliliğini kendi hesabına kendiliğinden, yani tabiri caizse ideolojik bir içgüdülenmeyle kurar. Bu
vesileyle İslâmî konularda tarihi ve tarihselliği tartışma
konusu yapanlara bir uyarı/hatırlatma mahiyetinde şu soruyu
sormakta fayda var: hangi tarihin içerisinden konuşuyoruz?
Tarihe bir yön isnad edilmiş oldu. Bu yön
karanlık geçmişe karşı aydınlık şimdi ve
gelecek formülüyle özetlenebilir. Modern hayatı kutsayan bir geçmiş
inşâsı altında, bizim bildiğimiz ve geçmişte
kalmış olan o meşhur 'altın çağ'lar veya 'asr-ı
saadet'ler geçmişte değil gelecekte aranacaktı artık.
Diyalektik düşünce,
tarihin tüm ihtimallerini, tüm imkanlarını önceden
görebileceğini varsayan seçenekler üretmiştir. En yaygın
örneğini Marksizmle sergilemiş olan bu düşünce, yine bu,
herşeyi insanın nesnel iddialı ufkuna
yerleştirebileceğini varsayan anlayışın ürünü
olmuş; bu ihtimaller üzerine bütün dünya toplumlarını ikincil,
sıra-dışı, tarih-dışı
saymıştır. Tarihselliğin bu tarz istihdamı totaliter
bir iradeyi hakim kılmış; Avrupa-merkezli bir tarih ideolojisini
bütün dünyaya teşmil ederek bu totalitarizme bir de evrensellik
iddiası yüklemiştir. Sosyal bilimlerde "tarihe
yetişmek", "tarihi yakalamak", "tarihsel bakımdan
güçlenmek" "gelişmek", "kalkınmak",
"ilerlemek" gibi, görünüşte sosyolojik gibi duran bir çok
kavram, özünde emrivakiye dayalı olan bu oryantalist varsayımı
besleyip güçlendirmektedir. Nihâî anlamda Batı'da gelişmiş olan
bir vak'alar toplamını model almakta, bunların taklidine prim
vermektedir. Bu varsayım başka
toplumların yaşadıklarının önemsenecek şeyler
olmadığı iddiasını da içerir. Bu yüzden küstahça
bir tutum içerisindedir. Ama küstahlık salt bu izafî
bakışaçısına olan tutkusundan kaynaklanmıyor; belki de
her kültür dünyasının başka kültür dünyalarına böylesi bir
bakış hakkından sözedilebilir; burada küstahlık bu kültürel
bakışaçısının totaliter bir hegemonya tesis etmiş
olmasından kaynaklanıyor.
fiimdiye
kadarki tartışma çizgisinin tarih ve tarih bigisinden başlayarak,
tarihselciliğin iyi ve kötü tarafları hakkında bir mütalaa
şeklinde geliştiği farkedilmiş olabilir. Burada,
tarihselcilik ile tarihsicilik arasında varolan ayrıma hiç
değinmeksizin her ikisini de neredeyse aynı düzlemde konu
edinmiş olduk; bir nevi aralarındaki farkı görmezlikten geldik.
Kuşkusuz daha teknik br çalışma bu ayrımları
gözardı etmemeli. Ancak bunu böyle yapmamın özel bir sebebi var, o da
şu: Kur'an'la ilgili tartışmalarda tarihin gündeme
gelişinde hiç bir inceliğin
hakkının verilmediğini görüyorum. Burada en kaba hatlarıyla bir tarih
düşüncesinden bir tarihselcilik türetilmektedir. Oysa tarihselcilik
ile tarihsicilik arasındaki ayırımlar hümanizm ile anti-hümanizm
arasındaki farkları açığa vurabilir. Bize, tarih düşüncesini insan
hakkındaki tefekkürümüzün derinleştirilmesi için bir
uyarıcı kılabilir.
Üstelik
tarihselcilikten anlaşılması gereken ilk şey, veya
tarihselci bir analize konu edinimesi gereken ilk şey insanın
kendisidir. Müslüman bir düşünce biçimi içerisinde insanın
tarihselliğinden sözedebilirsiniz. İnsanın nasıl bir toplum
içerisinde yaratılmışsa aynı zamanda bir tarih içerisinde
de yaratılmış olduğu üzerinde durabilir; bir tarih
içerisinde yaratılmış olmanın insanın varoluş
serüvenine ilk elde neler kattığı üzerinde bir mülahaza geliştirebilirsiniz.
Tabloyu biraz daha geliştirip işin içine bir topluma gönderilen bir
insan gibi bir tarihe gönderilen bir insanın belli bir zamanda
gönderilmiş bulunan bir vahy ile ilişkisinin nasıl bir şey
olabileceğini tasarlayabilirsiniz. Ama, göründüğü kadarıyla
tarihselcilik, ilk elde insanla ilgili
düşünümümüzü/refleksiyonlarımızı artırıcı
bir şey olmaktan ziyade bizzat vahyin bir özelliği olarak sunuluyor.
Vahyin her dönemde bize söyleyebileceği bir şeylerinin olduğu
yönündeki mümin kabulle bir alıp-verememe durumu içine giriyor. Teknik
anlamda, vahiyle muhatap olacak insanın kalp gözü ve kalp
kulağını açarak onu, vahyi "bugün", kendi tarihinde,
dinlemeye "hazırlamak"
yerine, vahyin sesleniş biçimiyle uğraşmayı
seçiyor. Tabiri caizse, vahyin sesleniş
ayarları üzerinde oynamayı seçiyor. Benim kanaatim o ki, bu da
modern insanın herşeyi kendi denetimi altında, kendi emrine
âmâde tutmak isteyen egemen huzur dürtüsünün, teknoloji
mantığının bir tezâhüründen başka bir şey
değildir. Bu dürtü, "dinleyen
ve öğüt alan insan" yerine, cahiliye durumunun "kendine yeten, ölçüp biçen"
insanının restorasyonu peşindedir.
Toparlamak
gerekirse, Kur'an tarihselciliğiyle ilgili itirazlarım, kesinlikle
tarih ve tarihselci düşünce hakkındaki olumsuz yargılarıma
dayanmıyor. Tam tersine tarihselcilik düşüncesine Kur'an'la ilgili
çalışmalarda tanınan istihdam
sahasının yanlış seçilmiş olduğunu
savunuyorum: konu vahyin kendisi değil, vahye muhatap olacak insanı
ilgilendiren bir şeydir. Daha doğru biçimiyle tarihsellik temasının
temel işlevi bize insanın
sınırlarını hatırlatması olmalıdır.
Yani, insan tarihle mâlüldür ve ne
yaparsa yapsın, ne düşünürse düşünsün kendi tarihsel
koşullanmışlığının izlerini bir yük olarak sırtında
taşır. Oysa tarihselcilik bütün tarihin veya tarihlerin üzerinde bir göz olarak ortaya
çıkmaktadır; bütün tarihsel
şartlanmışlıkları aşan bir süper-optik olma iddiasını
barındırmaktadır; ve bu haliyle insanın tarihselliği
gerçeğine, kendi meşruiyetini dayandırdığı
zemine, esas itibariyle ters düşmektedir; ki, onu ortaya çıkaran
iradenin bu zeminin fânîliğine karşı bir "huzur"
iradesi olduğuna değindik. Huzur iradesi ise, gördüğümüz gibi,
herşeyi elinin altında tutmak isteyen ve daha mutlakiyetçi bir
iradedir. Nihâî anlamda tarihselliği aşabileceği yönünde bir
varsayım üzerinde yükselmektedir. Sonuçta vahy metinlerinin ne demek
istediğini, altında yatan tüm anlamlarıyla tüketebileceğini
varsaymaktadır.
Diğer
yandan tarih ve tarihselcilik temalarının bizde olumlu bir
işlevi olabilirdi; örneğin, bizde hakikaten bir tarih bilincinin
oluşumuna katkıda bulunabilirdi. Ancak bu, tarih ve tarihselcilik
düşüncelerine köklü bir eleşirinin getirilmesinden sonra
yapılabilecek bir şeydir. Oysa cârî tarihselcilik tezlerinin genel
görüntüsü genelleşmiş anlamlarıyla tarihin kökeni, veya
soykütüğü hakkında köklü bir irdelemeyi atlayarak kendine mevcut tarih şemaları içerisinde bir
yer bulmaya çalışıyor. Tarih bilinci, evet, ama bu bize nerede
durmamızı telkin eder? Yaşadığımız tarih tek
ihtimalli bir tarih midir? Başka bir tarih çizgisi geliştirmek mümkün
olabilir miydi? Kendimize bu tarih çizgisi içerisinde bir yer bulmaya
çalışsak, bütün yerler kapılmış, bize de bir yer
tahsis edilmiş, yeriniz bu denilmiş. Biz bu yere, bu tarih çizgisi
içerisinde kaldığımız sürece itiraz etsek ne olur etmesek
ne?
Tarih
bilinci noktasından devam edersek, bir tarih algısının
oluşturulmasının salt
teorik bir işlem olmadığı açıktır. Tarih
algısı belli değerleri, kutsalları olan ve belli bir amaç
için bir araya gelmiş ve birarada yaşama iradesine sahip bir topluluk
tarafından icrâ edilir. Bununla "millet"i
tanımladığmın farkındayım. Ama tarih
tartışmaları içerisinde kaldığımız sürece
Müslümanların bir millet olmanın grektirdikleri üzerinde kafa
yormalarını ve br millet olarak kendilerine bir tarih
yakıştırmalarını zaruri görüyorum. Aksi taktirde,
başkalarının tarihi içerisinde kendimize biçilmiş figüran
rolünü oynamaya razı olmuş oluruz. Çünkü zannedildiğinin aksine,
tarihi yaratan millettir; millet bir
tarihin ürünü değildir. Bugün sağlam bir kulpa yapışıp
ayrılmayan, ortak bir amaç için bir arada kalma iradesi gösteren bir
millet hem kendine uygun bir tarihi hakeder; hem de Kur'an'ın kendine
uygun bir anlaşılmasını.
Kısaca
ve basitçe ifade edilecek olursa, benim Kur'an'ın
anlaşılmasıyla ilgili tarihselci argümana karşı
reakisyonum, bu tartışmanın, Müslümanların kendi tarihleri
içerisinden, ve kendilerine özgü değerleri yükseltecek şekilde
yapılmıyor olmasından kaynaklanıyor. Tartışma
yükselen değerlere oynuyor. Sonuçta bizzat Müslümanların sorgulayıp
karşı koymaları gereken kalkınma, ilerleme gibi
yanılsama ürünü ideolojilere (ideoloji başlıbaşına bir
yanılsama değil mi zaten?) eklemlenmek zorunda kalıyor; ve o
ideolojileri beslemiş oluyor. Kur'an'ın bize önerdiği bazı
hukuk düzenlemelerinin zâid
olduğunu telkin ediyor. Ama bu zâidliğin, sözkonusu ideolojilerin
tasarladığı dünya içinde bir zâidlik olduğunu gözden
kaçırıyor. Dolayısıyla tarihselliğe vurgu yaparken bir
milletin sahip olması gereken tarih bilincinden mahrum kalıyor,
başkalarının, egemen olanların, zulümlerine
karşı konulması gerekenlerin tarihi içerisinde
oyalanıyor.
REFERANSLAR
Culler,
J., 1987, What is Deconstruction? Jacques Derrida, Issues in Contemporary Critical Theory: Macmillan.
Derrida,
J. (1978) Writing and Difference, Fransızca'dan
çev. Alan Bass (1987): Athlone.
Gadamer,
H. G. (1995b) Dilthey'in Tarihselciliğin Güçlüklerinde
Dolanışı, Hermeneutik
(Yorumbilgisi) Üzerine Yazılar, Çev. ve der. Doğan Özlem, Ankara:
Ark.
Göka,
E., Topçuoğlu, A., Aktay, Y., 1996, Önce
Söz Vardı: Yorumzamcılık Üzerine bir Deneme, Ankara: Vadi.
Husserl,
E., 1995, Kesin Bir Bilim Olarak Felsefe,
Türkçesi: T. Mengüşoğlu, İstanbul: Yapı Kredi Y.
Laroui,
A. (1993) Tarihselcilik ve Gelenek: Arap
Aydınının Krizi, çev. H. Bacanlı, Ankara: Vadi.
Moles,
A., 1993, Belirsizin Bilimleri,
İnsan Bilimleri İçin Yeni bir Epitemoloji, Türkçesi, Nuri Bilgin,
İstanbul: Yapı Kredi.
Sarup,
M., 1985, Post-Yapısalcılık
ve Postmodernizm, Türkçesi: Baki Güçlü, Ankara: Ark.
Wolf,
E.,1982, 1982, Europe and the People
Without History, Cambridge: University Press.
*Fecr Yayınları, III. Kur'an
Sempozyumu, 19 Ocak, 1997.
[1]Burada "huzur" sözcüğünü J.
Derrida'nın, Türkçe'ye "bulunuş" olarak da çevrilen
"presence" sözcüğünü Türkçe'de karşılamak üzere öneriyorum.
Derrida'nın temel vurguları itibariyle, presence "söz" ile
"şey" arasındaki birebir mütekabiliyetin, yani
anlamın, (yazıdakinin aksine) söz esnasında "burada"
ve "şimdi" tahakkuk ettiğine dair yerleşik kanıya
vurgu yapar. Derrida'nın özel terminolojisiyle gitmek gerekirse, Batı'da söz ve yazı arasında
kurulan karşılaştırmalarda "söz"ün, salt bu
"buradalık" ve "şimdilik" avantıjından
dolayı, anlamın daha kolay tahakkuk ettiği bir alan olduğu
düşünülür; o yüzden "söz" "yazı"ya üstün tutulur.
Derrida, bu isteğin Batı'daki müzmin "kesinlik"
iradesinden/arayışından kaynaklandığını
göstermeye çalışır ve bunu, benim "huzur
metafiziği" diye çevirmeyi tercih ettiğim "metaphyics of
presence" diye isimlendirir. Her metafizik gibi bunun da bir yanılsaa
olduğunu; zira sözde cereyan etekte olan anlamın bu şekilde bir
kesinliğe sahip olması sözkonusu değil; aksine varolduğu
zannedilen kesinliğin, salt söz'ün içerdiği anlam yönlendire
tekniklerinden dolayı, ancak anlamı zabt-u rabt altına alma sayesinde biryanılsama ürünü
olduğunu söyler. Bu da tabiatiyle konuşmayı (sözlü
iletişimi) şiddet-yoğun bir iletişim biçimi olarak
yaftalamasına yol açar. Tüm çabasını metinlerin içinde cârî olan
hiyerarşileri sökmek olan Derrida, bu vesileyle
"sözmerkezci"likle suçladığı "batı
metafiziğinin" söz-yazı
karşıtlığını yazının lehine
söküp-bozar; ve şu sonuca ulaşır, anlam aslında ne
yazıda ne sözde "burada" ve "şimdi" hazır
olmaz; anlamın esasında varolan özellik (zamansal) ertelenmişlik
ve (mekansal) ötelenmişlik anlaında différance'tır.
Huzur sözcüğünün etimolojisindeki zamansal ve
ekansal anlamlar "presence" teki şimdiliği ve
buradalığı karşılamaya yatkın göründüğü
gibi, aslında Türkçe'deki dar kullanım alanının
katacağı anla dahi bu kavramın en azından Derrida'daki
kullanıı örneğinde zenginleştirici bir içeriği
vardır. Çünkü metafiziğin zaten en önemli işlevlerinden birisi
de bir huzur yanılsamasını sürdürmesidir. Geniş bilgi için
bkz. Göka, Topçuoğlu, Aktay, 1996: 213-214; Sarup, 1995: 43 vd.; Culler,
1987.
[2]O nedenle fizik bilimlerin dışında
kalan tarih, sosyoloji, felsefe, antropoloji gibi bilimlere "belirsizin
bilimleri" diye gönderide bulunulur bkz. Moles, 1993.Ayrıca
fenomenolojinin byük ustası Husserl'in "şeylerin özü" nün
temel adresi olarak felsefeyi, "kesin bir bilim olarak" restore etme
çabası zikredilmeye değer, bkz. Husserl, 1995.